30 Eylül 2012 Pazar

Fincanın Öyküsü


Merhaba benim sessiz takipçilerim. 2006 yılında yazdığım bir öyküyü bir kaç sitede yayınlamıştım. İnternet ortamında bir eserinizi yayınlamak onun artık size değil umuma ait olması demek gibi bir şey. Bugün hiç beklemediğim bir sitede kendi öykümle karşılaşınca bunu bir kez daha anladım. ve öyküyü ait olduğu yerde, kendi blogumda yayınlamaya karar verdim. Umarım keyifle okursunuz.


"Saate bakmak önemlidir. Yapılacak bir iş olmadığı veya yapılacak yığınla iş olduğu anlarda cankurtaran gibi yetişir imdadına insanın. Öğretmen saatine bakar ve anlatacağı konuları nasıl yetiştireceğini düşünerek telaşlanır. Öğrenci de saatine bakar aynı demlerde ve zilin çalmasına çok az zaman kaldığını görerek sevinir. Radyocunun kelimeleri biter ansızın ve saati anons edip bir şarkı dinletir kara kutunun başındakilere. Kadın saatine bakar ve hızlandırır adımlarını 5 çayına yetişmek için. Fincan da saatine bakmak ister ama bakamaz. Fincanların saati yoktur çünkü. Aslında fincanların eksik olan çok şeyleri vardır hayatında. Mesela bir öyküleri gibi… öyküleri yoktur fincanların… bu yüzden saatine bakar öykücü ve “bir öyküye başlamak için mükemmel bir zaman” diye gülümser.

Fincanın öyküsü bir kil yumağı halinde iken başlar. Yaşlı ustasının eli ona ilk dokunan eldir. Bu yüzden unutmaz fincan ustasının dengeleyici ve nasırlı ellerini. Yaşlı çini ustası için denge önemlidir. Bu yüzden her yerindeki inceliği aynı olmalıdır fincanın. Aynı olmalı ve en iyi şekilde sunmalıdır içindekini sahibinin dudaklarından yüreğine. Yaşlı çini ustası için fincanın dostluğu da önemlidir. Fincanların dost canlısı olmasına rağmen yalnızlığa mahkum olmasına üzülür durur kendince. Haksız da değildir hani…. Öyle ya hangimiz evden çıkarken yanımıza fincanımızı alırız ki? Anahtarlarımızı, telefonumuzu, cüzdanımızı veya diğer kendimizce ‘mühim’ eşyalarımızı evde unuttuğumuzda kahroluruz da fincanımızın raftaki hüzünlü yalnızlığı aklımıza bile gelmez.

Yaşlı çini ustasının aklından fincan hiç çıkmaz bu yüzden. Aklından hiç çıkmayan fincanın bir gün ellerinden çıkacağı gerçeği de hayatından hiç çıkmaz. Çünkü fincan geçim kaynağıdır ustasının. Haftada bir atölyeye şehirden koca bir kamyon gelir ve neye şekil verdiyse ustanın nasırlı elleri alır götürür uzaklara hepsini… Geriye birkaç bozuk para ve koca bir çamur yığını kalır. Ardından yeni fincanlar, yeni ayrılıklar…

Öyküsü yazılan fincan işte böyle gözlerine hüzün değmiş bir ihtiyarın eliyle şekil almıştır. Bu kez ustası diğer fincanlar gibi onu da tek başına bilinmezlere göndermeye dayanamamış ve elindeki küçük kil yumağına sevimli bir ayıcık şekli verip yalnızlığını gidersin diye yerleştirivermiştir fincanın yanına. Yerleştirmekle yetinmemiş, ayıcığı fincana sıkı sıkı yapıştırıp ikisini beraber pişirmiştir harlayan çömlekçi ocağında. Fincanla ayıcığın kaderi işte böyle birlikte geçmiştir ateşten. Fincan birlikteliği ilk o zaman öğrenmiştir. Ustanın yaramaz oğlu tarafından, üzerine; ateşi paylaştığı ayıcığın dil çıkaran bir resmi çizilince ise muzipliği öğrenmiştir fincan. Ayıcıkla ikisi bu resmi ilk gördüklerinde saatlerce gülmüşler, ustalarının haylaz oğlunu haşlamasını ise sessiz sedasız izlemişlerdir. Neyse ki ustası ayıcığın dil çıkaran resmini kırmızı bir çerçeve çekip fincanı da yeşile boyayınca biraz olsun normale dönmüştür her şey.

Yaşlı çini ustasının atölyesinde günler neşe ile geçerken bir sabah ayıcıkla fincan büyük bir kamyonun homurtusuyla uyanmışlar, daha ne olduğunu anlayamadan kendilerini bir kolinin iç karartıcı karanlığında bulmuşlardır.

Kutuda günler serin bir yalnızlıkta ne kadar devam etti bilinmez. Fincanın bildiği ustasının çoook gerilerde kaldığı, kendisininse sevimli ayıcıkla vakitsiz uykulara daldığıdır. Uyandığında ise alışılmadık bir sürü gürültücü süs eşyasının arasında, bir vitrinin cafcaflı rafında durmakta, üzerindeki dil çıkaran ayıcık resmi güneşle oynaşmaktadır. 

Hediyelik eşya dükkanı yaldızlı yalnız kentin en işlek sokaklarından birindedir. Bu yüzden seçilmiş yalnızlığa müptela fincanın içine düştüğü kalabalıkla yaşamaya alışması gerekmektedir. Gün geçtikçe vitrinde kendisini izleyen kentin gürültücü kalabalığına daha fazla dayanamayıp kimseye bir fincan çay sunamadan çatlayacağı korkusu işte bu demlerde düşmüştür fincanın yüreğine...

Öykücüyle fincanın ilk karşılaşmaları işte bütün bu kalabalığın içinden bir hediye olarak fincanın seçilmesiyle başlar. Öyle süslü püslü bir kağıda sarılmış hediye olmak düşmez fincanın kaderine. Kırılmasın diye koruyucu bir poşete sarılıp hemen o an hediye edilmiştir öykücüye misafiri tarafından.

İlk karşılaşmalar önemlidir. Çünkü bir çok şey belirsizdir ilk defa karşılaşanlar arasında. O andan sonra ânların zaman çarkında nasıl döneceğini kimse bilemez. Daha mı yavaş, daha mı hızlı? Daha mı tedirgin, daha mı huzurlu? Yoksa bu karşılaşmadan hiçbir iz bırakmadan normal seyrinde mi devam eder zaman?

Öykücü bir fincanın hayatına neler katabileceğinin farkında değildir. Mesela öyküsünü yazmayı o an hiç düşünmemiştir fincanın. Yalnızca gülümsemiş ve kırılmasın diye özenle çantasına yerleştirmiştir. Fincan, o günü öykücünün çantasında gezmekle geçirirken, öykücü ara sıra çantasını açıp fincanın kırılıp kırılmadığını kontrol etmekle yetinmiştir sadece. Ayıcığa göre, fincan belli etmemeye çalışsa da bu ilgiden çok hoşlanmıştır aslında. Fincana göre ise yaşlı çini ustasının emekleri boşuna gitmemiştir. Ayıcık, fincanın umudunun boşuna olmamasını umar sessizce.

Akşamüzeri fincan kendisini bir çalar saat, sarı bir masa lambası, ahşap çerçeveli bir ayna ve bir pet şişenin şekline sahip ev yapımı bir mumla aynı komedinin üzerini paylaşırken bulur. Onun beklediği kendisi gibi fincanların, bardakların, tabakların yer aldığı bir mutfak rafında konaklamaktır. Oysa öykücü fincanı çantasından alelacele çıkarıp komedinin üzerine koymuş ve çalışma masasının başına geçip kitaplara gömülmüştür. Çantada geçirdiği saatler boyunca öykücünün eve gelir gelmez kendisiyle bir yorgunluk çayı içeceğini düşleyen fincan şaşırmıştır bu duruma. Bulunduğu ortama ait olamamanın hüznüyle bekler durur komedinin üzerinde. Komedinin üzerindeki saatin akrep ve yelkovanı fincanı sinir etmek için sözleşmişler gibi koşuşturup dururlar birbirleri ardınca. Tüm bu koşuşturmalar olur giderde öykücü yaptığı o kendince mühim işlerinden başını kaldırıp bir türlü ilgilenmez onunla. Sabrı öğrendiği ân, işte o ândır fincanın...

Öykücü o gün çok yorulmuştur. Fincanı kendisine hediye eden misafirine yaldızlı yalnız kenti gezdirebilmek ve içten bir tebessümün izlerini yüreğine nakşedebilmek için çok çalışmıştır. Oysa öykücünün çalışması gereken başka şeyler de vardır. Öykümüzle hiç alakası olmayan şeyler. Mesela bir istatistik tutum ölçeğinin varyansını bulmaya çalışmak gibi. Veya bir hücrenin bölünmesinin mikroskoptaki görüntüsünü çizmeye çalışmak gibi... Fincanın öykücünün bu içinde bulunduğu durumdan hiç haberi yoktur. Bu yüzdendir durduğu konuma sessizce isyan edişi.

Öykücünün uykusu daha üzerinde çalışması gereken konular bitmeden çıkar gelir o gün. Öykücü bu davetsiz misafiri bir fincan kahveyle savuşturmak ister. İşte o zaman fark eder komedinin üzerinde unutulan fincanın mahzunluğunu. Ayıcık öykücünün ellerinin fincanın kulpuna uzandığı andaki fincanın gülümseyişini hiç silmez gözlerinden. Çünkü bu öykümüzün başından beri fincanın en mutlu olduğu ândır.

Öykücü o akşam ilk kahvesini içer fincanla. Ertesi sabah ilk çayını. Bir başka gün meyve suyunu. Hatta pek sevmediği halde süt bile içer sırf fincanın yüzündeki mutluluğu arttırabilmek için. Fincan için kendisiyle ne içildiğinin önemi yoktur. Onun isteği öykücünün şefkatli ellerinin arasında birkaç mutlu salınım yapmaktır o kadar.

Fincanın günleri artık mutfaktaki bulaşık selesiyle, öykücünün çalışma masası arasında gidip gelmekle geçmektedir. Gündüzleri ayıcıkla uykulara dalarak, geceleri yaldızlı yalnız kentin yaldızlığında öykücünün yalnızlığını paylaşarak yaşar ânları… Ve ânları kayıt altında tutmakta zorlanan öykücü saatine bakar ve bir nokta düşmek ister ayıcıkla fincanın öyküsüne. Fincan öykücünün evinde bir öyküsü olduğundan habersiz akşamı beklemektedir.

Fincan için bir son belirtmek şimdilik mümkün değildir. Çünkü fincanın henüz bir öyküsü olduğundan haberi olmadığı gibi, mutlu devam eden günlerinin nasıl bir sonu olduğundan da hiç kimsenin haberi yoktur henüz. Öykücü ilk öyküsünü bir fincana yazdığına yarı şaşkın yarı gülerek ayrılır üniversitenin kütüphanesinden.

Peki öykü bitti mi dersiniz? Fincanın yalnızlığı öyküyle biter belki ama öyküsü bitmez. Yalnızca öykücünün kalemi fincanın mutluluğuna ortak olmanın sevinciyle çekilir öyküden. Belki günün birinde bir başka kalem devam eder fincanın öyküsüne. Kim bilir..."

SEYNEP

23 Eylül 2012 Pazar

Artıları ve Eksileriyle Fetih 1453 Müzesi

Cumartesi günü gittiğim Panorama Fetih 1453 müzesiyle ilgili yorumlarımı ayrı bir şekilde yazacağımı söylemiştim. hiç bekletmeden sıcağı sıcağına yazayım :)

Öncelikle müzenin ulaşımı çok kolay, metrobüsün Topkapı durağında iniyorsunuz, üst geçide çıkıp "Fetih 1453 Müzesi" yazan tabelaları takip ediyor ve 5 dk da müzeye yürüyerek ulaşıyorsunuz. Müze kart geçerli değil fakat giriş ücretleri gayet uygun, tam 5 tl, öğretmen-öğrenci 3 tl. Tabi öğretmen için mutlaka öğretmen kartı soruyorlar, bilginiz olsun. 

İçeriye girdiğiniz zaman size gördüğün resimlerdeki olaylar hakkında bilgi verecek bir kulaklık öneriyorlar. Kulaklığı 5 tl karşılığında kullanabiliyorsunuz, eğer istemezseniz kulaklık almak zorunda değilsiniz. 

Müze için duvarı tablolarla dolu iki kattan geçerek aşağı iniyor ve sonrada bir kat yukarı çıkıyorsunuz. Yukarı çıkarken nereye gittiğiniz konusunda hafif bir endişeye kapılabilirsiniz, fakat yukarıdaki apaydınlık gökyüzünü görünce endişeniz birden şaşkınlığa dönüşüyor. 

Bir kubbe gibi yuvarlak biçimde tasarlanan odanın tüm çevresi resimlerle fetihi anlatacak şekilde tasarlanmış. Tavan da gökyüzü olarak boyanmış. Resimler 3 boyutlu olacak şekilde çizilmiş ve derinlik verilmiş. Aynı anda içeride çalan mehter marşı ve top sesleri ile fetihin havası ziyaretçilere yaşatılmaya çalışılmış.


İlk bir kaç dakika odanın büyüsüne kapılıp şaşkınlığınız geçtikten sonra bu kadar emek harcanan bir yerde, ziyaretçilerin gezme alanını düzene sokacak bir yol ayarlanmamasına sinir olarak kalabalık içinde kendinize yer bulmaya çalışıyorsunuz. Evet müze bir harika fakat ziyaretçilerin rahat gezmesi için gidiş-geliş yönleri ayarlanmamış. Herkes kafasına göre takılıyor ve çok ciddi kargaşa oluyor. Üstelik çıkışta tüm bu şikayetlerimi dile getirmek için gittiğim şikayet-öneri köşesinde kağıt ve kalem bulamadım. Ayrıca bu kubbe şeklindeki odadan çıktıktan sonra yine kendinizi tablolarla dolu bir koridorda buluyorsunuz ki buradaki tablolar açıkçası benim ilgimi hiç çekmedi. 

Yani özetleyecek olursak mutlaka gidin fakat beklentinizi yüksek tutmayın, aynı zamanda vakit olarak 15 dk gibi kısa bir zaman diliminde tüm müzeyi geziyorsunuz, bunu da bilerek planlama yapın.


SEYNEP

Yeni bir eğitim dönemi, ailemin ziyareti, bir kaç kaçamak gezinti ve nihayet başlangıç...


Çooook yorgun bir kaç günün ardından yarın annemleri yolcu ediyorum. 2 kız kardeşim, annem ve babam 3 gündür bendeler.

Okulun ilk haftası henüz düzene girmeyen (defteri kitabı eksik öğrenciler, çalışmayan mac ler, 4 defa yenilenen ders programı, servis ayarlamasından dolayı sürekli değişen çıkış saatleri gibi) bir sürü durumla birlikte çıkageldi.

Üstelik sadece o da değil, 3 aydır spor giyime alışmış olan bedenimin birden klasik giyim-topuklu ayakkabıya geçmesi tüm hücrelerimde beklenmedik şok yarattı. Yazdan bu yana verdiğim 11 kilodan sonra topuklu ayakkabı giymenin eskisi kadar zor olmayacağını sanmıştım ama yanıldığımı sağolsun ayağımdaki sızılar ince ince bana hatırlattı.

Tüm bu kargaşanın içinde ısrarla gelmek isteyince bende aileme karşı gelemedim ve sonunda perşembe sabahı yola çıkıp öğleden sonra yanımda belirdiler. Okul çıkış saatine kadar bekleyip onları; babamın tüm tedirginliğine, arabasının büyüklüğüne, yol bilmeyeşine ve istanbulun tüm trafiğine rağmen eve sağ salim getirmeyi başardım.

Yalnız o kadar korkmuş ki adam ertesi gün akşama kadar arabayla gezme olayına hiç bulaşmadı. Akşam biz çok ısrar edince annemi bauhausa çiçek almaya götürmeye ikna oldu. Çiçekleri görünce kendini kaybeden annemi bulduktan ve biraz dolaştıktan sonra eve geldik ve ertesi gün sabah erkenden benimle birlikte işe götürdüğüm ailemle yeni maceralara sürükledim.

Bu seferki durak noktamız topkapı da bulunan fetih müzesiydi ki o müzeyle ilgili gözlemlerimi ayrı anlatmak istediğim için burada çok değinmiyorum. İstanbul trafiğinde araç kullanmaktan çekinen babam ve yol bilmeyen ben bir araya gelince yapılacak en doğru şeyin arabayı bir yere bırakıp metrobüsle gitmek olduğuna karar verdik. Fakat hesap edemediğim bir durumu vardı ki bugünün cumartesi olması ve metrobüslerin tıklım tıklım dolu olması... Binmek şöyle dursun kapısına bile yanaşamadığımız 4-5 metrobüsten sonra annemin konserve şişesine doldurduğu patlıcanlar gibi nihayet metrobüse doluştuk ve Topkapı ya ulaştık.

Müze ziyaretinin ardından acıkan mideciklerimizi doyurmak ve otaparkına bıraktığımız aracımızı almak için Pelican mall avm ye döndük. yemek faslından sonra kızlarla birlikte genellikle alışveriş yaptığım bir kaç mağazaya uğradım fakat yazlıkların çoktaaan raflardan kaldırıldığını, kışlıkların ise henüz yeni çıktığı bulunmaz hint kumaşıymış gibi uçuk fiyatlarda seyrettiğini görerek ve henüz verilecek 4-5 kilom daha olduğunu da hatırlayarak kuzu kuzu avm den ayrıldım.

Şimdi evde herkes odasına çekilmiş istirahat moduna geçmişken sıcağı sıcağına bu postu hazırlayıp tepeden inme bir şekilde blog dünyasına girmiş olmam da biraz seynepçe oldu galiba :) Neyse o zaman, vatana millete hayırlı olsun, herkese kucak dolusu sevgiler...

SEYNEP
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...