21 Aralık 2012 Cuma

Ordan, burdan, hayattan...


İstanbulda geçirdiğim 5 yıllık öğretmenlik hayatımda ilk defa kar tatili yaşamanın sevinciyle klavyeye sarıldım sabah sabah. Son zamanlarda yaptıklarım, giydiklerim, yediklerim, okuduklarım kısacası yaşadıklarımdan bir kaç kare düşürüyorum ekranlarınıza.

İlk olarak penceremden İstanbul'da kar manzarası fotoğrafı :)


Tatilin keyfini, yeni aldığım kalıpları denemek adına pişirdiğim tarçınlı zencefilli kurabiyeler ve İskender Pala nın akıcı kalemi ile sürdürdüm.


Özsüt'ün çikolatalı pastasıyla iki kişilik minik bir kutlama yaptık, tadı damağımda kaldı :)


Daha önce bahsettiğim kahverengi elbisemi kombinledim ve giydim.

Eşarp: Pierre Cardİn 99 TL (Şimdilerde indirime girmiştir diye düşünüyorum)

Ayakkabı: Nine West 65 TL (Markafoni sağolsun)

Çanta: Avcılar Marmara Caddesinde bir dükkandan aldım, 25 TL

Elbise: Roman 60 TL


Çalıştığım kolejden, 5.yıl ödülü aldım, mutlu oldum :)


Gardrobumu yenilemeye devam ettim. Bu şık kabanı Koton dan 150 TL ye aldım. Ve hayatımda ilk defa 34 beden kıyafet giymenin şaşkınlığı ile birlikte sevincini yaşadım. Nasıl başardığımı merak edenler bu posta bakabilir.


42 beden yeni eteklerimi 10 TL den satış bloguma koydum.


Süzme yoğurt, bal, yulaf ezmesi, kuru kayısı, fındık, kuru üzüm ve ceviz kullanarak kendime muhteşem bir tatlı yaptım, afiyetle yedim :)


Can dostlarımdan iki adet çok şık erken doğum günü hediyesi aldım.



Ve bu postunda sonuna geldim. Daha süpürülmesi gereken bir ev, serilmesi gereken çamaşırlar, hazırlanması gereken akıllı tahta içerikleri ve çalışılması gereken kpss dersleri beni bekler. Hepinize iyi günler.

SEYNEP

16 Aralık 2012 Pazar

Sevimli Kirpi Kurabiyelerim


Bu sevimli kurabiyelerin tarifini Acemişef'ten alınca kolları sıvayıp işe koyuldum. İlk yaptığımda tarifin aynısını uygulamama rağmen fırında fazla tutmam yüzünden kurabiyelerim bir kirpinin taşlaşmış versiyonuydu :) İkinci yaptığımda yumuşak olsunlar diye içine biraz nişasta karıştırdım, bu seferde hamur fırına girince yayıldı ve kirpiden başka herşeye benzer oldular. Üçüncü denememde nişasta koymaktan vazgeçtim, fırın süresini iyi ayarladım ve nihayet başarıya ulaştım. tarifi acemişef ten aynen alarak yayınlıyorum.

Hamur Malzemeleri:
4,5 çay bardağı un
135 gr. oda ısısında margarin veya tereyağı
5 tepeleme çorba kaşığı pudra şekeri
1 yumurta akı
2 çay kaşığı şekerli vanilin

Tüm malzememizi yoğurup 4-5 parçaya ayıralım. Buzdolabında 1 saat dinlendirelim. Süre sonunda her bir parçayı dolaptan tek tek çıkarıp şekil vereceğiz çünkü hamurumuzun şeklini kaybetmemesi için soğuk olarak fırına girmesi gerekiyor.

Fırınımızı 175 dereceye ısıtalım. Dolaptan aldığımız hamur parçasından ceviz kadar bir parça koparalım. (Hamuru ne kadar küçük şekillendirirseniz içi o kadar iyi pişer) Bu parçayı bir ucu sivri olacak şekilde yuvarlayalım. Makas yardımıyla sivri uca minik bir kesik atalım. Göz olarak acemi şefte boncuk drajeler kullanılmıştı ama ben damla çikolatayı ters bir şekilde koydum. Kirpimizin dikenlerini oluşturmak için üst kısımlarına yine makasla küçük küçük kesikler atıyoruz. Resimleri incelediğinizde daha net görmüş olursunuz. Hazırladığımız kurabiyeleri ısınmış fırına koyalım. Üzerleri pembeleşene kadar pişirelim. Daha sonra fırından hemen çıkarıp soğumaya bırakalım.

Fotoğraf makinem gece çekimlerinde pek başarılı olmadığı için çok iyi resimler olmadı ama en azından işinizi görür diye düşünüyorum.


Herkese iyi pazarlar :)

SEYNEP


3 Aralık 2012 Pazartesi

Aşureler Yola Çıkmaya Hazır


Şeker hamuruyla tanışma bitince sıra geldi ilk aşure deneyimime. Tarifi portakal ağacından aldıktan sonra ilk işim soluğu çarşıda almak oldu. Niyetim yarım kilodan daha az olan, çeyrek kiloluk filan cam kavanoz bulmaktı ve şanslı günümdeydim galiba ilk girdiğim dükkanda hem tam istediğim ebatta hemde çok uygun fiyata kavanozlarıma kavuştum. 

Aşureyi tam tarifine göre pişirdim. İçine kendimden sadece çubuk tarçın ve karanfili cezvede kaynatıp suyunu ekledim. Bir de elmaları küp küp doğrayıp diğer meyvelerle birlikte aşureye koydum. Yaklaşık 2 günümü alsa da gerçekten tarife yorum yazanların haklı olduğunu gördüm, çünkü tadı tam istediğim gibi oldu. Hatta yiyen bir kaç kişiye ilk defa yaptığımı söylemedim ve kesinlikle anlamadılar, bayıla bayıla yediler :) 

Apartmanda çok fazla komşu kültürüm olmadığı için (bunda evi otel gibi kullanmamın hiç etkisi yok :P ) okuldaki öğretmen arkadaşlara götürmeye karar verdim. Kavonozları eski bir kot pantolandan kestiğim kumaşlarla süsledim, yanlarına zımbalamak için de Ayet-i Kerimeler hazırladım. 

Küçük dokunuşlarla farklılıklar yaratmasını seven herkese fikir olması için fotoğrafları yayınlıyorum.

Fındığını fıstığını akşamdan koyup hazırladım ama inşallah sabaha kadar dibe çökmezler.


Kumaşların kurdelalarını bağlamadan önce lastik geçirdim, çok daha pratik oldu.


Burda da uykumun geldiği çok belli, kavanozların biri başka yere biri başka yere bakıyor :D


Yakından bir kaç görünüm;


Son olarak ta taşıma sırasında zedelenmesinde zımbalamayı sonraya bıraktığım Ayet kartlarım.


Herkese iyi geceler.

Seynep

25 Kasım 2012 Pazar

Şeker Hamuruyla Tanışma

Merhaba dostlar,

Bir haftanın içine 5 yoğun iş günü, 3 akşam kpss kursu, öğretmenler günü yemeği, Tüyap kitap fuarına gezi, bir sinema filmi, bir arkadaş buluşması veeee kurabiye kursu sığdırmanın yorgunluğuyla nihayet blogumun başına oturabildim. Korkmayın, iş günlerim ve kpss kursu gibi sıkıcı şeyler anlatmaya niyetim yok bu postta, Tüyapla ilgili ise yarın tekrar gittikten sonra bir kitap postu gelecek gibi gözüküyor. İzlediğim sinema filmi ise alacakaranlık serisinin son filmiydi, bittiği için çok rahatladım. aksiyon ve fantastik kurgu tarzıyla hiç alakası yok, bildiğiniz aşk filmine dönmüş. Eğer gençlik ve aşk filmlerinden hoşlanmıyorsanız gitmenizi hiç tavsiye etmem.

Film faslı da bittikten sonra sıra geldi kurabiye kursuna.Öncelikle okuldan bir öğretmen arkadaşla yaklaşık 1 ay önceden randevu aldığımız Mecidiyeköy'deki Atolye Ful'e gittik. tam E-5 in dibinde ulaşımı çok rahat bir bina. Ellerimizi yıkayıp, önlüklerimizi giydikten sonra kursa gelen diğer 10 kişiyle birlikte bir masanın etrafında yerimizi aldık. Atolyenin sahibi Ful Hanım öncelikle kurabiye yapmanın püf noktalarını paylaşarak, tarifine uygun bir kurabiye hamuru hazırladı. Hazırladığımız kurabiye hamurunu kalıpla kestikten sonra pişmeleri için fırına koyduk. Kurabiyeler pişerken Ful hanımın önceden hazırladığı kurabiyeleri şeker hamuruyla süslemeye başladık. 

Allahım çok zevkli ve eğlenceli bir iş. Sanki oyun hamuruyla oynar gibiydim. Kursa katılan ekipteki bir çok kişi bu işi ticarete dökme amacıyla yapmayı düşünüyordu ve bu yüzden anlatılanlar onları pek tatmin etmedi. Oysa biz eğlence ve hoşça vakit geçirmek için oradaydık ve benim gibi sıfırdan başlayanlar için gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceğim bir etkinlik oldu. Yalnız hiç te göründüğü kadar kolay değilmiş bu kurabiye işi, tam 3 saatte ancak 7 kurabiye süsleyebildim :)) malzemeleri tanımadığım için her şekli tek tek denemeye kalkınca olacağı buydu tabi. şimdi ilk bulduğum fırsatta ver elini Eminönü ve "hoşgeldin yeni kurabiye kalıp ve malzemeleri" yapıcam. Ardından bu blogta çeşitli modellerimi görebilirsiniz.

Tabi tüm bunları yapabilmem için galiba bir pelerine ihtiyacım olacak, aranızda süpermenin telefon numarasını bilen varsa bir haber versin lütfen :) 

Kalpli kurabiyemde son rötuşları yaparken..


Kutuda bit gibi duran çıraklık eserlerim:)


Kurabiyelerimi evde yakın çekim hallerİ, 2 tanesini çoktan hediye etmiştim bile..


Bu yorgunluğun üzerine bir mocha içilirdi tabi..


Vee göz kapakları uyku ile yer çekiminin işbirliğine dayanamayan Seynep kaçar arkadaşlar. Kendinize iyi bakın.

SEYNEP

11 Kasım 2012 Pazar

4 Ayda 17 Kilo Verdim, Darısı Başınıza :)

Bugünlerde girdiğim her ortamda ilgi noktasıyım. Hele beni uzun süredir görmeyenler kısa bir şok yaşıyorlar. Sebebi konu başlığında belirttiğim gibi 4 ayda 17 kilo vererek 42 bedenden 36 bedene incelmem :)) 

Bir çok insanın başına beladır kilolar. ve ben bu belaya ne zaman tutulduğumu bile anlamadan tıpkı dağcıların azimle dağa tırmanması gibi hayatımın son 10 yılını kilo alarak geçirmiş, 1 buçuk metrelik boyuma ve minyon yapıma rağmen tartıda 69 u görmüş kendimden nefret etmiştim. Bu süreç zarfında kendimce diyetler denemiş ama hiç birinde başarılı olmamıştım. psikolojik olarak kendimi iyi hissetmiyordum ve karar verdim, ya diyetisyene gidecektim ya da psikolağa. İkisi de masraflı olacaktı biliyordum ama birincisi daha kalıcı bir çözümdü. 
Uzun bir araştırma yaptıktan sonra Bahçelievler Medical Park Hastanesi Beslenme ve Diyetetik Uzmanı Dr. Emel Unutmaz Duman hanımın alanında çok iyi olduğunu duydum ve hastaneden randevu aldım. ( http://www.doktorcare.com/uzmandevami.asp?id=37 adresine göz atabilirsiniz) Diyet için bir takım tahliller isteyeceğini biliyordum o yüzden randevu gününe aç gittim. (Tartıda bir kaç gram daha eksik çıkmak gibi bir amacım hiç yoktu yani :P ) Emel hanım çok sıcak, samimi, insanı motive eden güleryüzlü birisi. İlk önce beni güzelce tarttı. Kullandığı tartıda tüm vücudumda ne kadar yağ, ne kadar kas var, mineral oranım nedir, vücut yaşım nedir hepsini bir bir ölçüyor. ( Aç gitmemin faydası oldu bu arada, 65 kilo çıktım tartıda :D ) 

Ben tipik bir türk kadını olarak doktora dedim ki "Neden kilo aldığımı bilmiyorum, çok fazla bir şey yediğimi düşünmüyorum, yemeden aldım bu kiloları" Emel hanım da bana bir form vererek bir hafta boyunca yediğim herşeyi yazmamı istedi. Allahım o hafta da aksi gibi davetler, kahvaltılar, organizasyonlar üstüste geldi ve benim liste bir kabardı bir kabardı ki sormayın gitsin. Rezil oldum resmen. 

Kan testi, tiroid testi ve tiroid ultrasonumu yaptırdıktan sonra sonuçlarımı ve bir hafta boyunca yediklerimi içeren utanç listemle birlikte tuttum tekrar hastanenin yolunu. Emel hanım tüm sonuçlarımı ve yeme biçimimi inceledikten sonra benim iş saatlerime uygun bir şekilde bir liste hazırladı. Diyet listemdeki yemek seçimini sadece ana gruplar halinde belirleyerek hangisini tercih edeceğimi bana bıraktı. Örneğin öğlen sebze yemem gerekiyorsa bunu listeye sebze olarak yazdı ve hangi sebzeyi yiyeceğimi ben kendim seçtim. Tabi seçimlerimi onun bana verdiği besin-porsiyon tercih listesini dikkatli okuyarak gerçekleştirdim. Ayrıca günde 15 dk yürüyüşü bana şart koştu. Bu konuda şanslıydım, çünkü evimde koşu bandım vardı. Ayrıca günlük olarak yediklerimi not etmeye devam ettim. İnsan yazınca kendini daha iyi kontrol ediyor.


Verilen diyet programını ve yürüyüşe titizlikte uyduktan tam iki hafta sonra 3 kilo vermiş olmanın sevinciyle kontrole gittim fakat aslında verdiğim kiloların çok azını yağdan verdiğimi, önemli olanın kilo vermek değil vücuttaki yağ fazlasını azaltmak olduğunu, bunun da protein ağırlıklı beslenerek ve spor yaparak gerçekleşeceğini öğrendim. 

Bazen 2 bazen 3 hafta aralıklarla düzenli olarak kontrole gittim ve her gittiğimde Emel hanım diyet listemi değiştirdi. Bu benim için çok iyi oldu çünkü sürekli aynı listeden bir süre sonra sıkılacağımı biliyordum. Ayrıca beslenme listem günde 6 ya da 7 öğün içeriyordu. Tüm bu öğünleri cep telefonuma hatırlatma olarak kaydettim ki öğün atlamayayım. Tabi bir de işe giderken ya da dışarı çıkarken ara öğünlerimi yanımda taşımam gerekiyordu. Genellikle meyve, süt, ayran, ceviz, fındık, badem gibi yiyecekler içerdiği için ne taşımakta ne de programa uymakta zorlandım. Aksine her gittiğim ortamda telefonum durmadan çalarak bana öğün hatırlattığı için sürekli tıkınan biri gibi oldum :) 

Tüm bunlara uyarken sporu ihmal etmedim tabi, diyet yapmaya yaz tatilinde başlamış olmam benim için çok büyük şans oldu. Bol bol yürüdüm, hatta fitness salonuna yazıldım, bir aylık tatilim boyunca düzenli olarak günde 45 dk olmak üzere spora gittim. Doktorun tavsiyesi üzerine her yemekten sonra yeşil çay içtim, günde 2-3 litre su içtim. Su içmekte de yine mevsimin yaz olması ve havanın sıcak olması işime yaradı. 


Peki hepinizin merak ettiği soruya cevap veriyorum şimdi, hiç kaçamak yaptım mı? Sütlü tatlıları, çikolatayı ve dondurmayı çok seven ve babası pastacı olan biri olarak inanması güç ama hiç kaçamak yapmadım. Bunu başarmamın bir kaç sebebi var. Birincisi eğer kaçamak yaparsam beynimde koyduğum bir sınırı aşmış olurum ve sınırlar bir kere aşıldı, kurallar bir kere çiğnendi mi devamı geleceği kesindir. İkincisi diyet programımda zaten günde 2-3 meyve mutlaka vardı, meyveler yapı olarak şeker içerdiği için vücudun tatlı ihtiyacını karşılıyor. Üçüncüsü de diyet yaptığımı, belli bir hekim kontrolünde yaşadığımı ve programa uyduğumu tanıdık tanımadık herkese ilan ettim ve gizlemedim. Böyle olunca insanlara karşı "dirayetsiz" olmamak için insan kendini tutuyor. Yani gizliden koyulan kuralları aşmakla herkesin bildiği bir kuralı çiğnemek aynı cesareti gerektirmediği için ben bu psikolojiden faydalandım. (Allah'tan korkmuyorsan kuldan da mı utanmıyorsun gibi bişey bu :) 

Şimdi 4 ay geçti ve diyet programım yaklaşık 3 hafta önce sona erdi. Fakat hala Emel hanımın önerdiği beslenme biçimine uymaya, ara öğünler yapmaya, karbonhidrat alımını azaltmaya dikkat ediyorum. Zaten diyet sona erse de ayda bir kere filan kontrole gitmeye devam edeceğim. Önümüzdeki hafta diyetten çıktıktan sonraki ilk kontrolüm var, bakalım ne durumdayım.

Mesele kilo olunca biraz fazla uzattım galiba; sözün özü, eğer kendinize bir iyilik yapmak ve kilolarından kurtulmak isteyorsanız Dr.Emel Unutmaz Duman hanımı hepinize tavsiye ederim. ( http://www.medicalpark.com.tr/web/54-3207-1-1/medical_park_-_tr/istanbul_bahcelievler/doktorlar/emel_unutmaz adresinden doktora ulaşabilirsiniz)

Hepinize light günler, az koloriler dileğiyle..

SEYNEP


28.02.2013 tarihli not: Şu an diyetten çıkalı tam 4 ay oldu. Çok şükür kilomu koruyorum hatta bir kaç kilo da diyeti bırakmama rağmen verdim. Kilo vermeye karar verip şu an ki zamana kadar geçen süreçte toplam 21 kilo gitti benden. Kilo problemi olan arkadaşlar; ne yapın ne edin şu işe bir asılın. Zayıfladıktan sonra resmen hayat buldum. Benden söylemesi :)

7 Ekim 2012 Pazar

Lokumlu Milföy Atıştırmalık

Merhaba güzel dostlar,

2 gündür baktığım her yerde telefon numaraları görüyorum. Pazartesi günü yapacağımız yazılı sınavı için tüm öğrenci velilerine mesaj atayım dedim, bu iş tam 4 sınıf öğrencinin hem annelerinin hem babalarının telefonlarını kaydetmeye mal oldu. Bu sendromu atlatmak için bir süre telefonumdan ayrı yaşamayı düşünüyorum :)

Ne zamandır dolapta duran bir paket milföyümü ne yapsam da çok emek sarf etmeden değerlendirsem diye düşünüyorken google amcaya sormaya karar verdim. Sağolsun o da bana çok yardımcı oldu. Lokumlu milföylü bir tatlı tarifi buldum. Aynı tarife bir kaç sitede birden ulaştığım için kaynak gösteremiyorum malesef. Hemen malzemelere geçiyorum.

MALZEMELER:
8 parça kare milföy hamuru
Küçük lokumlar
1 adet yumurta
Pudra şekeri

YAPILIŞI:
Her bir kare milföy hamurunu dörde bölüyoruz. elde ettiğimiz bu küçük parçaların içine bir parça lokum koyuyoruz. (ben lokumu dörde keserek her bir milföy parçasının içine bir tane olacak şekilde kullandım) ardından bohça katlar gibi katlayıp yağlanmış fırın tepsisine diziyoruz. üzerine de bir yumurtanın sarısını sürerek 180 derece ısıtılmış fırında güzelce pişiriyoruz. pişen tatlımızı soğutup, pudra şekeri döktükten sonra servis ediyoruz. afiyet bal şeker olsun:) 

Bu resimde tatlımız henüz yapım aşamasında.

Ve piştikten sonra soğumasını beklerken.

Pudra şekeri ile nefis oluyor

Bu nar gibi kızaranlar ise ikinci tepsidekiler :)

Herkese bol sağlıklı günler dileğiyle..

SEYNEP

30 Eylül 2012 Pazar

Fincanın Öyküsü


Merhaba benim sessiz takipçilerim. 2006 yılında yazdığım bir öyküyü bir kaç sitede yayınlamıştım. İnternet ortamında bir eserinizi yayınlamak onun artık size değil umuma ait olması demek gibi bir şey. Bugün hiç beklemediğim bir sitede kendi öykümle karşılaşınca bunu bir kez daha anladım. ve öyküyü ait olduğu yerde, kendi blogumda yayınlamaya karar verdim. Umarım keyifle okursunuz.


"Saate bakmak önemlidir. Yapılacak bir iş olmadığı veya yapılacak yığınla iş olduğu anlarda cankurtaran gibi yetişir imdadına insanın. Öğretmen saatine bakar ve anlatacağı konuları nasıl yetiştireceğini düşünerek telaşlanır. Öğrenci de saatine bakar aynı demlerde ve zilin çalmasına çok az zaman kaldığını görerek sevinir. Radyocunun kelimeleri biter ansızın ve saati anons edip bir şarkı dinletir kara kutunun başındakilere. Kadın saatine bakar ve hızlandırır adımlarını 5 çayına yetişmek için. Fincan da saatine bakmak ister ama bakamaz. Fincanların saati yoktur çünkü. Aslında fincanların eksik olan çok şeyleri vardır hayatında. Mesela bir öyküleri gibi… öyküleri yoktur fincanların… bu yüzden saatine bakar öykücü ve “bir öyküye başlamak için mükemmel bir zaman” diye gülümser.

Fincanın öyküsü bir kil yumağı halinde iken başlar. Yaşlı ustasının eli ona ilk dokunan eldir. Bu yüzden unutmaz fincan ustasının dengeleyici ve nasırlı ellerini. Yaşlı çini ustası için denge önemlidir. Bu yüzden her yerindeki inceliği aynı olmalıdır fincanın. Aynı olmalı ve en iyi şekilde sunmalıdır içindekini sahibinin dudaklarından yüreğine. Yaşlı çini ustası için fincanın dostluğu da önemlidir. Fincanların dost canlısı olmasına rağmen yalnızlığa mahkum olmasına üzülür durur kendince. Haksız da değildir hani…. Öyle ya hangimiz evden çıkarken yanımıza fincanımızı alırız ki? Anahtarlarımızı, telefonumuzu, cüzdanımızı veya diğer kendimizce ‘mühim’ eşyalarımızı evde unuttuğumuzda kahroluruz da fincanımızın raftaki hüzünlü yalnızlığı aklımıza bile gelmez.

Yaşlı çini ustasının aklından fincan hiç çıkmaz bu yüzden. Aklından hiç çıkmayan fincanın bir gün ellerinden çıkacağı gerçeği de hayatından hiç çıkmaz. Çünkü fincan geçim kaynağıdır ustasının. Haftada bir atölyeye şehirden koca bir kamyon gelir ve neye şekil verdiyse ustanın nasırlı elleri alır götürür uzaklara hepsini… Geriye birkaç bozuk para ve koca bir çamur yığını kalır. Ardından yeni fincanlar, yeni ayrılıklar…

Öyküsü yazılan fincan işte böyle gözlerine hüzün değmiş bir ihtiyarın eliyle şekil almıştır. Bu kez ustası diğer fincanlar gibi onu da tek başına bilinmezlere göndermeye dayanamamış ve elindeki küçük kil yumağına sevimli bir ayıcık şekli verip yalnızlığını gidersin diye yerleştirivermiştir fincanın yanına. Yerleştirmekle yetinmemiş, ayıcığı fincana sıkı sıkı yapıştırıp ikisini beraber pişirmiştir harlayan çömlekçi ocağında. Fincanla ayıcığın kaderi işte böyle birlikte geçmiştir ateşten. Fincan birlikteliği ilk o zaman öğrenmiştir. Ustanın yaramaz oğlu tarafından, üzerine; ateşi paylaştığı ayıcığın dil çıkaran bir resmi çizilince ise muzipliği öğrenmiştir fincan. Ayıcıkla ikisi bu resmi ilk gördüklerinde saatlerce gülmüşler, ustalarının haylaz oğlunu haşlamasını ise sessiz sedasız izlemişlerdir. Neyse ki ustası ayıcığın dil çıkaran resmini kırmızı bir çerçeve çekip fincanı da yeşile boyayınca biraz olsun normale dönmüştür her şey.

Yaşlı çini ustasının atölyesinde günler neşe ile geçerken bir sabah ayıcıkla fincan büyük bir kamyonun homurtusuyla uyanmışlar, daha ne olduğunu anlayamadan kendilerini bir kolinin iç karartıcı karanlığında bulmuşlardır.

Kutuda günler serin bir yalnızlıkta ne kadar devam etti bilinmez. Fincanın bildiği ustasının çoook gerilerde kaldığı, kendisininse sevimli ayıcıkla vakitsiz uykulara daldığıdır. Uyandığında ise alışılmadık bir sürü gürültücü süs eşyasının arasında, bir vitrinin cafcaflı rafında durmakta, üzerindeki dil çıkaran ayıcık resmi güneşle oynaşmaktadır. 

Hediyelik eşya dükkanı yaldızlı yalnız kentin en işlek sokaklarından birindedir. Bu yüzden seçilmiş yalnızlığa müptela fincanın içine düştüğü kalabalıkla yaşamaya alışması gerekmektedir. Gün geçtikçe vitrinde kendisini izleyen kentin gürültücü kalabalığına daha fazla dayanamayıp kimseye bir fincan çay sunamadan çatlayacağı korkusu işte bu demlerde düşmüştür fincanın yüreğine...

Öykücüyle fincanın ilk karşılaşmaları işte bütün bu kalabalığın içinden bir hediye olarak fincanın seçilmesiyle başlar. Öyle süslü püslü bir kağıda sarılmış hediye olmak düşmez fincanın kaderine. Kırılmasın diye koruyucu bir poşete sarılıp hemen o an hediye edilmiştir öykücüye misafiri tarafından.

İlk karşılaşmalar önemlidir. Çünkü bir çok şey belirsizdir ilk defa karşılaşanlar arasında. O andan sonra ânların zaman çarkında nasıl döneceğini kimse bilemez. Daha mı yavaş, daha mı hızlı? Daha mı tedirgin, daha mı huzurlu? Yoksa bu karşılaşmadan hiçbir iz bırakmadan normal seyrinde mi devam eder zaman?

Öykücü bir fincanın hayatına neler katabileceğinin farkında değildir. Mesela öyküsünü yazmayı o an hiç düşünmemiştir fincanın. Yalnızca gülümsemiş ve kırılmasın diye özenle çantasına yerleştirmiştir. Fincan, o günü öykücünün çantasında gezmekle geçirirken, öykücü ara sıra çantasını açıp fincanın kırılıp kırılmadığını kontrol etmekle yetinmiştir sadece. Ayıcığa göre, fincan belli etmemeye çalışsa da bu ilgiden çok hoşlanmıştır aslında. Fincana göre ise yaşlı çini ustasının emekleri boşuna gitmemiştir. Ayıcık, fincanın umudunun boşuna olmamasını umar sessizce.

Akşamüzeri fincan kendisini bir çalar saat, sarı bir masa lambası, ahşap çerçeveli bir ayna ve bir pet şişenin şekline sahip ev yapımı bir mumla aynı komedinin üzerini paylaşırken bulur. Onun beklediği kendisi gibi fincanların, bardakların, tabakların yer aldığı bir mutfak rafında konaklamaktır. Oysa öykücü fincanı çantasından alelacele çıkarıp komedinin üzerine koymuş ve çalışma masasının başına geçip kitaplara gömülmüştür. Çantada geçirdiği saatler boyunca öykücünün eve gelir gelmez kendisiyle bir yorgunluk çayı içeceğini düşleyen fincan şaşırmıştır bu duruma. Bulunduğu ortama ait olamamanın hüznüyle bekler durur komedinin üzerinde. Komedinin üzerindeki saatin akrep ve yelkovanı fincanı sinir etmek için sözleşmişler gibi koşuşturup dururlar birbirleri ardınca. Tüm bu koşuşturmalar olur giderde öykücü yaptığı o kendince mühim işlerinden başını kaldırıp bir türlü ilgilenmez onunla. Sabrı öğrendiği ân, işte o ândır fincanın...

Öykücü o gün çok yorulmuştur. Fincanı kendisine hediye eden misafirine yaldızlı yalnız kenti gezdirebilmek ve içten bir tebessümün izlerini yüreğine nakşedebilmek için çok çalışmıştır. Oysa öykücünün çalışması gereken başka şeyler de vardır. Öykümüzle hiç alakası olmayan şeyler. Mesela bir istatistik tutum ölçeğinin varyansını bulmaya çalışmak gibi. Veya bir hücrenin bölünmesinin mikroskoptaki görüntüsünü çizmeye çalışmak gibi... Fincanın öykücünün bu içinde bulunduğu durumdan hiç haberi yoktur. Bu yüzdendir durduğu konuma sessizce isyan edişi.

Öykücünün uykusu daha üzerinde çalışması gereken konular bitmeden çıkar gelir o gün. Öykücü bu davetsiz misafiri bir fincan kahveyle savuşturmak ister. İşte o zaman fark eder komedinin üzerinde unutulan fincanın mahzunluğunu. Ayıcık öykücünün ellerinin fincanın kulpuna uzandığı andaki fincanın gülümseyişini hiç silmez gözlerinden. Çünkü bu öykümüzün başından beri fincanın en mutlu olduğu ândır.

Öykücü o akşam ilk kahvesini içer fincanla. Ertesi sabah ilk çayını. Bir başka gün meyve suyunu. Hatta pek sevmediği halde süt bile içer sırf fincanın yüzündeki mutluluğu arttırabilmek için. Fincan için kendisiyle ne içildiğinin önemi yoktur. Onun isteği öykücünün şefkatli ellerinin arasında birkaç mutlu salınım yapmaktır o kadar.

Fincanın günleri artık mutfaktaki bulaşık selesiyle, öykücünün çalışma masası arasında gidip gelmekle geçmektedir. Gündüzleri ayıcıkla uykulara dalarak, geceleri yaldızlı yalnız kentin yaldızlığında öykücünün yalnızlığını paylaşarak yaşar ânları… Ve ânları kayıt altında tutmakta zorlanan öykücü saatine bakar ve bir nokta düşmek ister ayıcıkla fincanın öyküsüne. Fincan öykücünün evinde bir öyküsü olduğundan habersiz akşamı beklemektedir.

Fincan için bir son belirtmek şimdilik mümkün değildir. Çünkü fincanın henüz bir öyküsü olduğundan haberi olmadığı gibi, mutlu devam eden günlerinin nasıl bir sonu olduğundan da hiç kimsenin haberi yoktur henüz. Öykücü ilk öyküsünü bir fincana yazdığına yarı şaşkın yarı gülerek ayrılır üniversitenin kütüphanesinden.

Peki öykü bitti mi dersiniz? Fincanın yalnızlığı öyküyle biter belki ama öyküsü bitmez. Yalnızca öykücünün kalemi fincanın mutluluğuna ortak olmanın sevinciyle çekilir öyküden. Belki günün birinde bir başka kalem devam eder fincanın öyküsüne. Kim bilir..."

SEYNEP

23 Eylül 2012 Pazar

Artıları ve Eksileriyle Fetih 1453 Müzesi

Cumartesi günü gittiğim Panorama Fetih 1453 müzesiyle ilgili yorumlarımı ayrı bir şekilde yazacağımı söylemiştim. hiç bekletmeden sıcağı sıcağına yazayım :)

Öncelikle müzenin ulaşımı çok kolay, metrobüsün Topkapı durağında iniyorsunuz, üst geçide çıkıp "Fetih 1453 Müzesi" yazan tabelaları takip ediyor ve 5 dk da müzeye yürüyerek ulaşıyorsunuz. Müze kart geçerli değil fakat giriş ücretleri gayet uygun, tam 5 tl, öğretmen-öğrenci 3 tl. Tabi öğretmen için mutlaka öğretmen kartı soruyorlar, bilginiz olsun. 

İçeriye girdiğiniz zaman size gördüğün resimlerdeki olaylar hakkında bilgi verecek bir kulaklık öneriyorlar. Kulaklığı 5 tl karşılığında kullanabiliyorsunuz, eğer istemezseniz kulaklık almak zorunda değilsiniz. 

Müze için duvarı tablolarla dolu iki kattan geçerek aşağı iniyor ve sonrada bir kat yukarı çıkıyorsunuz. Yukarı çıkarken nereye gittiğiniz konusunda hafif bir endişeye kapılabilirsiniz, fakat yukarıdaki apaydınlık gökyüzünü görünce endişeniz birden şaşkınlığa dönüşüyor. 

Bir kubbe gibi yuvarlak biçimde tasarlanan odanın tüm çevresi resimlerle fetihi anlatacak şekilde tasarlanmış. Tavan da gökyüzü olarak boyanmış. Resimler 3 boyutlu olacak şekilde çizilmiş ve derinlik verilmiş. Aynı anda içeride çalan mehter marşı ve top sesleri ile fetihin havası ziyaretçilere yaşatılmaya çalışılmış.


İlk bir kaç dakika odanın büyüsüne kapılıp şaşkınlığınız geçtikten sonra bu kadar emek harcanan bir yerde, ziyaretçilerin gezme alanını düzene sokacak bir yol ayarlanmamasına sinir olarak kalabalık içinde kendinize yer bulmaya çalışıyorsunuz. Evet müze bir harika fakat ziyaretçilerin rahat gezmesi için gidiş-geliş yönleri ayarlanmamış. Herkes kafasına göre takılıyor ve çok ciddi kargaşa oluyor. Üstelik çıkışta tüm bu şikayetlerimi dile getirmek için gittiğim şikayet-öneri köşesinde kağıt ve kalem bulamadım. Ayrıca bu kubbe şeklindeki odadan çıktıktan sonra yine kendinizi tablolarla dolu bir koridorda buluyorsunuz ki buradaki tablolar açıkçası benim ilgimi hiç çekmedi. 

Yani özetleyecek olursak mutlaka gidin fakat beklentinizi yüksek tutmayın, aynı zamanda vakit olarak 15 dk gibi kısa bir zaman diliminde tüm müzeyi geziyorsunuz, bunu da bilerek planlama yapın.


SEYNEP

Yeni bir eğitim dönemi, ailemin ziyareti, bir kaç kaçamak gezinti ve nihayet başlangıç...


Çooook yorgun bir kaç günün ardından yarın annemleri yolcu ediyorum. 2 kız kardeşim, annem ve babam 3 gündür bendeler.

Okulun ilk haftası henüz düzene girmeyen (defteri kitabı eksik öğrenciler, çalışmayan mac ler, 4 defa yenilenen ders programı, servis ayarlamasından dolayı sürekli değişen çıkış saatleri gibi) bir sürü durumla birlikte çıkageldi.

Üstelik sadece o da değil, 3 aydır spor giyime alışmış olan bedenimin birden klasik giyim-topuklu ayakkabıya geçmesi tüm hücrelerimde beklenmedik şok yarattı. Yazdan bu yana verdiğim 11 kilodan sonra topuklu ayakkabı giymenin eskisi kadar zor olmayacağını sanmıştım ama yanıldığımı sağolsun ayağımdaki sızılar ince ince bana hatırlattı.

Tüm bu kargaşanın içinde ısrarla gelmek isteyince bende aileme karşı gelemedim ve sonunda perşembe sabahı yola çıkıp öğleden sonra yanımda belirdiler. Okul çıkış saatine kadar bekleyip onları; babamın tüm tedirginliğine, arabasının büyüklüğüne, yol bilmeyeşine ve istanbulun tüm trafiğine rağmen eve sağ salim getirmeyi başardım.

Yalnız o kadar korkmuş ki adam ertesi gün akşama kadar arabayla gezme olayına hiç bulaşmadı. Akşam biz çok ısrar edince annemi bauhausa çiçek almaya götürmeye ikna oldu. Çiçekleri görünce kendini kaybeden annemi bulduktan ve biraz dolaştıktan sonra eve geldik ve ertesi gün sabah erkenden benimle birlikte işe götürdüğüm ailemle yeni maceralara sürükledim.

Bu seferki durak noktamız topkapı da bulunan fetih müzesiydi ki o müzeyle ilgili gözlemlerimi ayrı anlatmak istediğim için burada çok değinmiyorum. İstanbul trafiğinde araç kullanmaktan çekinen babam ve yol bilmeyen ben bir araya gelince yapılacak en doğru şeyin arabayı bir yere bırakıp metrobüsle gitmek olduğuna karar verdik. Fakat hesap edemediğim bir durumu vardı ki bugünün cumartesi olması ve metrobüslerin tıklım tıklım dolu olması... Binmek şöyle dursun kapısına bile yanaşamadığımız 4-5 metrobüsten sonra annemin konserve şişesine doldurduğu patlıcanlar gibi nihayet metrobüse doluştuk ve Topkapı ya ulaştık.

Müze ziyaretinin ardından acıkan mideciklerimizi doyurmak ve otaparkına bıraktığımız aracımızı almak için Pelican mall avm ye döndük. yemek faslından sonra kızlarla birlikte genellikle alışveriş yaptığım bir kaç mağazaya uğradım fakat yazlıkların çoktaaan raflardan kaldırıldığını, kışlıkların ise henüz yeni çıktığı bulunmaz hint kumaşıymış gibi uçuk fiyatlarda seyrettiğini görerek ve henüz verilecek 4-5 kilom daha olduğunu da hatırlayarak kuzu kuzu avm den ayrıldım.

Şimdi evde herkes odasına çekilmiş istirahat moduna geçmişken sıcağı sıcağına bu postu hazırlayıp tepeden inme bir şekilde blog dünyasına girmiş olmam da biraz seynepçe oldu galiba :) Neyse o zaman, vatana millete hayırlı olsun, herkese kucak dolusu sevgiler...

SEYNEP
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...